Evrim Hipotezinin Moleküler Çıkmazı

Paylaşım

Evrim hipotezi, daha başlamadan bitmiş bir hipotezdir. Hipotezi henüz ilk aşamada anlamsız hale getiren ise, yeryüzündeki ilk canlı yaşamın nasıl ortaya çıktığı sorusudur.

Evrim, bu soru karşısında, canlılığın tesadüfen meydana gelen bir hücreyle başladığını iddia eder. Senaryoya göre, bundan dört milyar yıl kadar önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle karışmış ve sözde ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır.

Oysa, cansız maddelerin bir araya gelerek canlılığı oluşturabilecekleri iddiası, bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlem tarafından doğrulanmamış, bilim dışı bir iddiadır. Aksine, bütün bulgular, hayatın mutlaka hayattan geldiğini ispatlar. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri bir araya getirip canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır.

Evrim hipotezi ise, insan aklı, bilgisi ve teknolojisi sonucunda bile elde edilemeyen canlı hücresinin, ilkel dünya koşullarında rastlantılarla doğduğu iddiasındadır.

Hücrenin İndirgenemez Kompleksliği ve Evrim Hipotezinin Sonu

Darwin zamanında canlı hücresinin kompleks yapısı bilinmiyordu. Bu nedenle dönemin evrimcileri, canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna “rastlantılar ve doğal olaylar” cevabını vermenin çok ikna edici olduğunu sanmışlardı.

Oysa canlılığın en küçük detayına kadar inen 20. yüzyıl teknolojisi, hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistem olduğunu ortaya çıkardı. Bugün hücrenin içinde; enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine ham maddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan gelen ham maddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri olduğunu biliyoruz. Üstelik bu saydıklarımız hücredeki kompleks yapının yalnızca bir bölümünü oluşturur.

Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, “canlı hücrelerinin en küçüğünün sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha fazla komplekstir” der.

Hücre o kadar komplekstir ki, bugün insanoğlunun ulaştığı yüksek teknoloji hala bir hücre üretememektedir. Yapay hücre oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Öyle ki bugün, hücrenin üretilmesi hedefi bir yana bırakılmıştır ve artık bu yönde çalışma yapılmamaktadır.

Evrim teorisi ise, insanoğlunun tüm bilgi ve teknoloji birikimi ile yapmayı başaramadığı bu sistemin, ilkel dünyada “tesadüfen” oluştuğunu öne sürer. Bir örnek vermek gerekirse, bu durum, bir matbaada bir patlamayla, tesadüf eseri bir ansiklopedinin basılmış olmasından çok daha düşük bir ihtimale sahiptir.

Hücredeki Kompleks Yapı

1. ÇEKİRDEK
İnsan vücuduna ait tüm bilgiler çekirdekte bulunan DNA molekülüne şifre olarak kaydedilmiştir.

2. ENDOPLAZMİK RETİKULUM
Protein ve diğer moleküllerin izolasyonu ve ulaşımını sağlar.

3. MİTOKONDRİ
Hücrenin ana enerji kaynağıdır. Vücut fonksiyonları için gerekli tüm ATP molekülleri burada sentezlenir.

4. HÜCRE ZARI KAPILARI
Oksijen ve glikozu gibi gerekli maddeleri içeriye, hücrenin sentezlediği protein, enzim gibi maddeleri ise dışarıya taşırlar.

5. HÜCRE ZARI
Seçici-geçirgen yapısı sayesinde, hücreye giren ve hücreden çıkan moleküllerin son kontrollerini yapar.

Hücre, bilinen en kompleks ve en üstün düzene sahip sistemlerden biridir. Biyoloji profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde bir Teori), isimli kitabında hücrenin kompleksliğini şöyle bir örnekle açıklamaktadır:

Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi çapı 20 kilometre olan, Londra veya New York gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımıza eşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir düzene sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın en muhteşem teknolojisinin ve insanı hayrete düşüren bir kompleksliğin içinde buluruz… İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu komplekslik bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve tesadüf kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır…

1. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242

Buna benzer bir başka benzetmeyi İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981’de Nature dergisine verdiği bir demecinde yapmıştır. Kendisi de bir materyalist olmasına rağmen Hoyle, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtir.  Yani, hücrenin tesadüfen oluşması mümkün değildir ve mutlaka “yaratılmış” olması gerekir.

Hayatın başlangıcı konusunun evrimciler için açıklanamaz olduğunu evrimci bilim yazarı Brian Switek şu şekilde itiraf etmiştir:

Hayatın nasıl başladığı doğanın en kalıcı gizemlerinden biridir. 

Evrim teorisinin hücrenin nasıl var olduğu sorusunu açıklayamamasının en temel nedenlerinden biri, hücrenin içindeki “indirgenemez komplekslik” özelliğidir. Bir canlı hücresi, çok sayıda küçük organelin uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa, hücre yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi bilinçsiz mekanizmaların, kendisini geliştirmesini bekleme gibi bir ihtimali yoktur. Dolayısıyla yeryüzünde oluşan ilk hücrenin, yaşam için gerekli tüm organel ve fonksiyonlara sahip, eksiksiz bir hücre olması gerekmektedir. Bu, elbette söz konusu hücrenin yaratılmış olması demektir.

1. Fosfolipitin Hidrofil (Kutuplu) Başı
2. Şeker Cephesi Zinciri
3. Dış Yüz
4. Bütünleyici (İç Güdümlü) Proteinler
5. Kolestrol
6. İç Yüz

Hücre zarı, seçici-geçirgen yapısı, üzerindeki kapıları, kontrol noktaları ve bilinçli ulaşım sistemi ile mucizevi bir yapıdır. Hücrenin tek bir organeli dahi hücredeki dünyanın kompleksliğini sergilemek için yeterlidir.

Evrimcilerden İtiraflar

Evrimciler, canlılığın yeryüzünde ilk ortaya çıkışı konusunda büyük bir açmaz içindedirler. Çünkü canlı organizmaya ait moleküller, rastlantılarla açıklanamayacak kadar komplekstir. Canlı hücresinin tesadüfen oluşması ise açıkça imkansızdır.

Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya geldiler. Moleküler evrim teorisinin en önemli ismi sayılan Rus evrimci Alexander I. Oparin, 1936’da yayınladığı Yaşamın Kökeni adlı kitabında şöyle diyordu:

Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.1)

Oparin’den bu yana evrimciler hücrenin rastlantılarla oluşabileceğini ispat etmek için sayısız deney, araştırma ve gözlem yaptılar. Ancak yapılan her çalışma, hücredeki kompleks yapıyı daha detaylı bir biçimde ortaya koyarak, evrimcilerin varsayımlarını daha da fazla çürüttü. Almanya’daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose de bu konuda şöyle der:

Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar.2

San Diego Scripps Enstitüsü’nden jeokimyacı Jeffrey Bada’nın aşağıdaki sözleri ise, 20. yüzyılın sonunda evrimcilerin bu büyük açmaz karşısındaki çaresizliğinin ifadesidir:

Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? 3

2007 yılında, Harvard’lı kimyager George Whitesides bir konuşmasında şu itirafı yapmıştır: 

Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir. … Çoğu kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya’daki moleküllerin karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim yok. 4)

1. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196.

2. Klaus Dose, “The Origin of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no. 4, 1988, s. 348

3. Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40

4. Nicholas Wade, “Life’s Origins Get Murkier and Messier”, The New York Times, Haziran 13, 2000, s. D1-D2

Proteinler Tesadüfe Meydan Okuyor

Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım, çünkü evrim teorisi, hücrenin alt parçacıkları karşısında bile çaresizdir. Hücreyi oluşturan yüzlerce çeşit kompleks protein molekülünden bir tanesinin bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır.

Proteinler, “amino asit” adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır.

Önemli olan nokta şudur: Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam gereken sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim teorisi ise, bu muhteşem düzen karşısında çaresizdir. Çünkü söz konusu düzen, asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar olağanüstüdür.

Pek çok evrimci bu gerçeği itiraf eder. Örneğin Harold Blum adlı evrimci bilim adamı, “bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir” demektedir.

Evrimciler, moleküler evrimin çok uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkansız olanı mümkün hale getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse verilsin, amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları imkansızdır. Amerikalı jeolog William Stokes Essentials of Earth History adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken “eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı” diye yazar.

2007 yılında, Harvard’lı kimyager George Whitesides, kendisine Amerikan Kimya Topluluğu tarafından verilen en üst düzey ödül olan Priestley Madalya’sı verilirken şu sözleri söylemiştir:

Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir… Çoğu kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya’daki moleküllerin karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim yok.

Annual Review of Genomics and Human Genetics dergisinde iki biyolog tarafından kaleme alınan makalede geçen ifade şu şekildedir:

Doğal seleksiyon ile bir araya gelmiş, yönlendirilmemiş mutasyon sürecinin nasıl olup da son derece zengin ve en iyi şekilde çalışan fonksiyonlara sahip binlerce yeni proteini oluşturduğu hala bir gizemdir. Bu problem, birbiriyle etkileşim halinde bir çok parçadan oluşan çok sıkı entegre olmuş moleküler sistemler için bilhassa çok büyüktür.

American Biology Teacher dergisindeki bir makalede Biyolog Frank Salisbury şöyle demiştir:

Bir çorba denizinde DNA moleküllerinin çoğaldığını konuşmak güzel ama hücrelerde bu çoğalma için uygun enzimlerin bulunması gerekir. DNA ile enzim arasındaki bağ, çok komplekstir; RNA’yı ve DNA modeli üzerinde sentezi için bir enzimi -ribozom-, amino asitleri aktive edecek enzimleri ve transfer-RNA moleküllerini içerir… Son enzimin bulunmaması halinde, nasıl DNA üzerinde seçilim ve çoğaltmak için gerekli tüm mekanizmalar harekete geçebilir? Sanki, her şeyin bir defada meydana gelmesi zorunlu gibidir; tüm sistem tek bir birim olarak ortaya çıkmalıdır; aksi takdirde işe yaramaz. Bu açmazdan çıkış yolları olabilir; ancak şu an bir çıkış görmüyorum.

Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Richard Dawkins benzeri bir kısım evrimcilerin “yaşamın kendi kendini kopyalayan bir molekül ile ortaya çıktığı” iddiası, olağanüstü derecede saçma ve aldatıcıdır. İnsan hücresindeki hiçbir molekül, başka moleküllerin yardımına ihtiyaç duymaksızın, kendi kendini kopyalayarak çoğalabilme yeteneğine sahip değildir. Buna proteinler de dahildir.

Cambridge Üniversitesi’nden bilim felsefesi profesörü Stephen C. Meyer, Signature in the Cell (Hücredeki İmza) kitabında bunu şöyle anlatmıştır:

DNA’nın yapısının ve işlevinin ortaya çıktığı 1950’li yılları ve 1960’lı yılların başlarını takiben, yaşama dair yeni bir radikal kavram gelişmeye başladı. Moleküler biyologların keşfi, DNA’nın yalnızca bilgi taşımadığıydı. Biyologlar DNA hakkındaki bu keşfin hemen sonrasında, canlı organizmaların genetik bilgiyi işleyebilmesi için sistemlere sahip olması gerektiğinden şüphelendiler. Bir diskin içine saklanmış olan dijital bilginin o diski okuyan bir cihaz olmadan işe yaramaz olması gibi, DNA’nın içindeki bilgi de hücre bilgi işlem sistemi olmadan işe yaramazdır. (Darwinist) Richard Lewontin’in belirttiği gibi “Hiçbir canlı molekül (yani biyomolekül) kendi kendine çoğalamaz… Hücreler ancak bir bütün olarak kendi kendine çoğalmak için gerekli makinelere sahip olabilirler… DNA, yardım alarak veya almayarak, yalnızca kendi kendisinin kopyasını çıkaramamakla kalmaz, aynı zamanda başka hiçbir şey ‘üretemez’… Hücrenin içindeki proteinler başka proteinlerden yapılmıştır ve bu protein oluşturan makine olmaksızın hiçbir şey yapılamaz.

Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Hücrenin en küçük yapı taşlarında dahi olağanüstü bir komplekslik hakimdir.

Peki tüm bunlar ne anlama gelmektedir? Kimya profesörü Perry Reeves ise bu soruya şöyle bir cevap verir:

Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici’nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur.

Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama 1 milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde bir araya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde, gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve düzen çerçevesinde yer alırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.

Sir Fred Hoyle ise, tüm bu gerçekler karşısında şu yorumu yapar:

Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.

Hoyle’un “psikolojik” dediği neden, evrimcilerin hayatın yaratılmış olduğunu kabullenmemek için kendilerine yaptıkları şartlandırmadır. Bu kişiler, Allah’ın varlığını kabul etmemeyi kendilerine temel amaç olarak belirlemişlerdir. Sırf bu yüzden, imkansız olduğunu kendilerinin de gördüğü akıl almaz senaryoları savunmaya devam ederler.

Evrimciler, 21. yüzyılda karşılarına çok daha açık ve hayret verici şekilde çıkan hücredeki komplekslik gerçeğini, kendilerince bertaraf edecek bir açıklama bulamamaktadırlar. Yaşamın başlangıcını ve hücredeki kompleksliği evrim ile açıklamaya çalışan her teşebbüs büyük bir hüsran ile karşılık görmektedir. Bu çabalarla evrimi savunanlar hiç olmadığı kadar küçük düşmekte, bilim her yeni bulguyla daha güçlü şekilde evrimi reddetmektedir.

Sol-Elli Proteinler

Protein oluşumuyla ilgili evrimci senaryonun neden imkansız olduğunu biraz daha detaylı olarak inceleyelim.

Canlılarda bulunan bir protein molekülünün meydana gelmesi için yalnızca uygun amino asitlerin uygun sırada dizilmeleri yeterli değildir. Bunun yanı sıra, proteinlerin yapısında bulunan 20 çeşit amino asitten her birinin de yalnızca “sol-elli” olması gereklidir. Kimyasal olarak her amino asit molekülünün hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır; aynen insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi.

Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle rahatlıkla bağlanabilir. Ancak yapılan incelemelerde şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkmıştır: En basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün canlılardaki proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır. Proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli amino asit bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Hatta bazı deneylerde bakterilere sağ-elli amino asitlerden verilmiş, ancak bakteriler bu amino asitleri derhal parçalamışlar, bazı durumlarda ise bu parçalardan yeniden kendi kullanabilecekleri sol-elli amino asitleri inşa etmişlerdir.

Bir an için evrimcilerin dediği gibi canlılığın tesadüflerle oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların bünyelerinde sağ ve sol elli amino asitlerden karışık miktarlarda bulunması gerekirdi. Çünkü, kimyasal olarak her iki gruptan amino asitlerin de, birbirleriyle rahatlıkla birleşmesi mümkündür. Oysa bütün canlı organizmalardaki proteinler yalnızca sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır.

Proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca sol-ellileri ayıkladıkları ve nasıl aralarına hiçbir sağ-elli amino asitin karışmadığı evrimcilerin hiçbir açıklama getiremedikleri konulardan birisi olarak kalmıştır. Evrimciler, böyle özel ve bilinçli bir seçiciliği hiçbir şekilde açıklayamamaktadırlar.

Amino asitler doğada sağ-elli ve sol-elli olmak üzere iki türde bulunurlar. Ancak proteinleri oluşturan amino asitler mutlaka sol-elli olmalıdır.

Dahası, açıkça görüldüğü gibi proteinlerin bu özelliği, evrimcilerin “tesadüf” açmazını daha da içinden çıkılmaz hale getirir: “Anlamlı” bir proteinin meydana gelmesi için, az önce de anlattığımız gibi yalnızca bunu oluşturan amino asitlerin belli bir sayıda, kusursuz bir dizilimde ve özel bir üç boyutlu tasarıma uygun olarak birleşmeleri artık yeterli olmayacaktır. Bütün bunların yanında, bu amino asitlerin hepsinin sol-elli olanlar arasından seçilmiş olması ve içlerinde bir tane bile sağ-elli amino asit bulunmaması da zorunludur. Çünkü amino asit dizisine eklenen hatalı bir sağ-elli amino asitin yanlış olduğunu tespit ederek onu zincirden çıkaracak herhangi bir doğal ayıklama mekanizması da mevcut değildir. Bu yüzden tek bir sağ-elli amino asitin bile sol-elli amino asitlerin arasına karışmaması gerekir. Bu da, rastlantı kavramını bir kez daha devre dışı bırakan bir durumdur.

Bu durum evrimin gözü kapalı bir savunucusu olan Britannica Bilim Ansiklopedisi’nde şöyle ifade edilir:

… Yeryüzündeki tüm canlı organizmalardaki amino asitlerin tümü, proteinler gibi karmaşık polimerlerin yapı blokları, aynı asimetri tipindedir. Adeta tamamen sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin nasıl sol-el ya da sağ-el olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim anlaşılmaz bir biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına bağlıdır.

Elbette ki bu seçim, yeryüzündeki yaşamın kaynağına bağlıdır. Yeryüzündeki yaşamın kaynağı ise Allah’tır ve delillere bakıldığında bu durum oldukça anlaşılırdır. Bu gerçeği evrimciler açısından “anlaşılmaz” kılan tek şey, evrimci önyargılar ve materyalist felsefeye körü körüne bağlılıktır.

Amino asitlerdeki sol-ellilik olayına benzer bir durum, nükleotidler yani DNA ve RNA’nın yapıtaşları için de geçerlidir. Bunlar da, canlı organizmalarda bulunan bütün amino asitlerin tersine, yalnızca sağ-elli olanlarından seçilmişlerdir. Bu da tesadüfle açıklanamayacak bir durumdur.

Uygun Bağlantı Şart

Tüm bu saydıklarımıza rağmen, evrimin çıkmazları bitmiş değildir. Bir proteinin meydana gelebilmesi için gerekli olan amino asit çeşitlerinin, uygun sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda dizilmeleri de yetmez. Her bir protein molekülünün birbirleriyle birleşebilmesi için hidrofobik (suyun olmadığı) özel bir ortamda bir araya gelmeleri ve “peptidil transferaz” adı verilen enzim ile bağlanmaları gereklidir. Bu şekilde gerçekleştirilen kimyasal bağa, “peptid bağı” adı verilir. Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler; ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca “peptid” bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden meydana gelirler.

Bunu bir benzetmeyle gözünüzde canlandırabilirsiniz: Örneğin bir arabanın bütün parçalarının eksiksiz ve yerli yerinde olduğunu düşünün. Fakat tekerleklerden birisi, oturması gereken yere, vidalarla değil de, bir tel parçasıyla ve dairesel yüzü yere bakacak bir biçimde tutturulsun. Böyle bir arabanın motoru ne kadar güçlü olursa olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun bir metre bile gitmesi imkansızdır. Görünüşte her şey yerli yerindedir, ancak tekerleklerden birisinin, olması gerekenden farklı bir biçimde bağlanması, bütün arabayı kullanılmaz hale getirir. İşte aynı şekilde, bir protein molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka bir bağla bağlanmış olması bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.

Yapılan araştırmalar amino asitlerin kendi aralarındaki rastgele birleşmelerinin en fazla % 50’sinin peptid bağı ile olduğunu, geri kalanının ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla bağlandıklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bir proteinin tesadüfen oluşabilmesi ihtimalini hesaplarken, (sol-ellilik zorunluluğunun yanı sıra) her amino asitin kendinden önceki ve sonraki ile yalnızca ve yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması zorunluluğunu da hesaba katmak gerekmektedir.

  • 1. Hidrojen Bağı
  • 2. İyonik Bağ
  • 3. Hidrofobik Birleşme
  • 4. Kovalent Bağ

Atomları ve molekülleri bir arada tutan çeşitli kimyasal bağlar vardır. Bu bağlar iyonik, kovalent ve zayıf bağlar olarak üçe ayrılır. Bunlardan kovalent bağlar, proteinlerin yapı taşı olan amino asitlerdeki atomları bir arada tutar. Hidrojen bağları gibi zayıf bağlar ise amino asit zincirini, katlanarak aldığı özel üç boyutlu şekilde sabit tutar. Bu bağların zayıf olması, protein sentezi, DNA replikasyonu gibi işlemlerin gerçekleşmesi için hayatidir.

Gerekli Tüm Koşullar Mevcut Olsa Bile Bir Protein Tesadüfen Oluşamaz

Şimdiye kadar anlatılanlar ışığında proteinler konusunu özetlemek gerekirse;

◉ Tek bir proteinin oluşması için yaklaşık 60 özel proteine ihtiyaç vardır.

◉ Protein sentezi için gerekli olan bu enzimlerin (proteinlerin) tek bir tanesinin bile eksik olması durumunda protein oluşmayabilir.

◉ Bu 60 enzimin aynı anda bulunması yeterli değildir; aynı zamanda enzimlerin hepsinin hücre içerisinde belli bir bölgede (çekirdek içerisinde belli bir bölgede) bulunması gerekir.

◉ Proteinin oluşması için gereken enzimleri DNA üretir. DNA kopyalanması için de proteinler gerekir. Bir tanesinin diğerinden önce oluşma olasılığı yoktur. Her ikisinin de aynı anda var olması gerekir.

Proteinleri meydana getiren amino asitler, doğadaki birçok kimyasal bağ şeklinden sadece bir tanesini kullanarak birbirlerine bağlanırlar. Buna, peptid bağ adı verilir. Bu, yalnızca proteinlere has bir bağlanma şeklidir. Farklı bir bağlantı şeklinde, amino asit zincirleri işe yaramayacak, proteinler oluşamayacaktır.

◉ Protein oluşumunu gerçekleştirmek üzere bir fabrika görevi görecek bir ribozomun da var olması gereklidir. Ribozomlar ise yine proteinlerden oluşur. Dolayısıyla, ribozomların var olması için proteinlere, proteinlerin var olması için de ribozomlara gereksinim vardır.

◉ Bu parçalardan birinin diğerinden önce oluşması mümkün değildir. Proteinler, DNA, ribozom, hücre çekirdeği, enerji üreten mitokondri ve hücredeki tüm diğer organellerin aynı anda var olması gerekir.

◉ Hücrenin, proteinin oluşması için gereken enzimleri üretimin gerçekleşeceği bölgeye göndermesi gerekir. Enzimler mevcut olsa bile, hücre tarafından kendilerine belli görevler verilmedikçe protein için hiç bir şey yapmazlar.

◉ Enzimlerin reaksiyonları gerçekleştirebilmeleri için belirli ısı ve pH değerlerine sahip olmaları gerekir. Enzimler doğru ısı ve pH seviyesinde olmadıkları sürece reaksiyonlara başlamazlar.

Bir proteinin oluşması için; DNA, ribozom, hücre çekirdeği, enerji üreten mitokondri, kısacası hücredeki tüm diğer organellerin ve elbette hücrenin tamamının aynı anda var olması gerekir.

◉ Bu nedenle hücrenin tüm organelleri bir arada var olmadığı sürece proteinin ortaya çıkması imkansızdır.

◉ Protein için gereken tüm bileşenleri çamurlu bir suya koysak bile, bu bileşenler hiç bir şekilde bir araya gelerek proteini oluşturamazlar. Bunun oluşması için hücrenin var olması önkoşuldur.

◉ Amino asitler normalde birbirleriyle reaksiyona girmezler. Bir reaksiyonun gerçekleşmesi için hücre içerisinde yardımcı enzimlerin hazır durumda ve mevcut olmaları gerekir. Fakat amino asitler, şeker gibi çeşitli maddelerle doğal olarak reaksiyona girerler. Bu nedenle, bir proteinin oluşması için gerekli tüm amino asitler bilinçli olarak bir suya konsa bile, hiç bir şekilde diğer amino asitlerle kendiliğinden birleşemezler. Bunun oluşması için yine, gerekli reaksiyonların oluşmasını sağlayacak olan hücrenin varlığı esastır.

◉ Normal koşullarda bir protein çamurlu suya bırakılsa bile o protein çevresel koşullar altında hemen parçalara ayrılacak ya da diğer asit, amino asit veya kimyasal maddelerle birleşecek ve tüm özelliklerini kaybederek hiç bir amaca hizmet etmeyen başka bir maddeye dönüşecektir.

Miyoglobin proteinin üç boyutlu yapısı, bir proteinin nasıl kompleks bir yapıda olabileceğini çok iyi vurgulamaktadır.

◉ Tüm bunlara ek olarak amino asitleri bir proteini oluşturacak şekilde bir araya getirecek koşullar da, evrimciler açısından büyük zorluklar içerir:

a. Amino asitler arasında peptit bağlar olmalıdır

b. Tüm amino asitler sol-elli olmalıdır

c. Sadece 20 amino asit kullanılmalıdır

d. Amino asitlerin belli bir dizilimde olması gerekir

e. Oluşan proteinin belli bir üç boyutlu şekle sahip olması gerekir

Tüm bu koşullara baktığımızda proteinlerin doğada kendiliğinden var olması imkansızdır. Bu mucize moleküller, tüm diğer muhteşem sistemler gibi, ancak ve ancak yaratılmıştır.