İnsanlar Evrim Geçirmemiştir

Paylaşım

evrimyoktur.com sitemizde “insanın evrim geçirmediğine dair” birçok yazı yayınladık. Tüm bu yazılarımızı tek bir başlık altında siz değerli okurlarımıza sunmak istedik.

Evrimcilere Göre ” Evrim Hipotezinin Dayanağı Nedir?”

Bu dayanak, evrimcilerin üzerinde hayali yorumlar yapabilecekleri fosillerin çokluğudur. Tarih boyunca 6000’den fazla maymun türü yaşamıştır. Bunların çok büyük bir bölümü, nesli tükenerek ortadan kaybolmuştur. Bugün yalnızca 120 kadar maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte, bu binlerce nesli tükenmiş maymun türünün fosilleri, evrimciler için, üzerinde spekülasyon yapabilecekleri çok zengin bir malzeme kaynağı oluşturur.

Evrimciler, soyu tükenmiş maymun türlerinden işlerine gelen bir bölümünün kafataslarını ve kemiklerini küçükten büyüğe doğru dizmiş, bu seriye nesli tükenmiş bazı insan ırklarına ait kafataslarını da ekleyerek insanın evrimi diye masallar yazmışlardır. Genel olarak masallar şöyledir: “İnsanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu yaratıklar zamanla evrimleşerek bir kısmı günümüz maymunlarını meydana getirmiş, evrimin diğer bir kolunu izleyen bir başka grup da günümüz insanlarını oluşturmuştur”.

Buradan yola çıkarak bir kelime oyunu da yaparlar. Ara form olarak gösterdikleri sahte fosilleri “insansı” adı altında gruplar ve böylelikle insanın atası kavramına bilimsellik kattıklarına inanırlar. İddialarına göre insan, maymundan gelmemiş, hayali bir “ortak ata”dan gelmiştir. Bu yolla, maymundan gelme hikayesini eleştirenlere de “bizim iddiamız bu değil ki” şeklinde kaçamak bir açıklama yaparlar. Oysa iddiaları tam olarak budur;

Bugün bütün paleontolojik, moleküler, anatomik ve biyolojik bulgular bize, “insanın evrimi” hikayesinin de diğerleri gibi geçersiz olduğunu göstermektedir. İnsanla maymun arasında herhangi bir akrabalık olduğuna dair hiçbir somut kanıt yoktur. Var olan tek şey, bu yönde sahtekarlıklar, çarpıtmalar, göz boyamalar, aldatıcı çizim ve hayali yorumlardır.

Hepsinden önemlisi, maymunlar ve insanlar arasında sayısız anatomik farklılıklar bulunmaktadır ve bunlar, “evrim ile dönüşüm” iddiasını tamamen ortadan kaldırmaktadır. 

İnsanın Hayali Soy Ağacı

Darwinist iddia, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında birtakım “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” sayılır:

1- Australopithecines (Australopithecuslar)

https://www.evrimyoktur.com/2020/04/24/australopithecuslar-insanin-atasi-degil-soyu-tukenmis-maymun-turleridir/


2- Homo habilis

https://www.evrimyoktur.com/2020/04/24/bir-maymun-turu-homo-habilis/


3- Homo erectus
4- Homo sapiens

Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen “Australopithecus” ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecuslar’ın çeşitli türleri bulunur; bunların bazıları iri yapılı, bazıları ise daha küçük ve narin yapılı maymunlardır.

İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, “Homo” yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre Homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar’dan daha gelişmiş canlılardır. Bu türün evriminin en son aşamasında ise, Homo sapiens, yani günümüz insanının oluştuğu öne sürülür.

Evrimci yayınlarda ve ders kitaplarında yer alan ya da medyada zaman zaman adı geçen “Java Adamı“, “Pekin Adamı”, “Lucy” gibi fosiller de üstte saydığımız dört türden birine dahil edilirler. Bu türlerin de kendi içlerinde alt türleri olduğu kabul edilir.

Ramapithecus gibi bir zamanların çok iddialı ara form adayları ise, sıradan bir maymun olmalarının anlaşılması üzerine, insanın hayali soy ağacından sessiz sedasız çıkarılmışlardır.

Evrimciler “Australopithecines > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecines, Homo habilis ve Homo erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yanyana bulunmuşlardır. Bu ise elbette bu canlıların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Özetle, tüm bilimsel bulgular ve araştırmalar, evrimcilerin öne sürdükleri fosillerin bir evrim sürecini göstermediğini ortaya çıkarmıştır. İnsanın ataları olarak öne sürülen fosillerin bir kısmı maymun türlerine, bir kısmı da farklı insan ırklarına aittir.

Peki eldeki fosillerin hangileri insan, hangileri maymundur? Bunların herhangi birisinin gerçekten bir “ara form” sayılabilmesi mümkün müdür? Bu soruların cevabını görmek için, söz konusu kategorileri sırayla ele alalım.

Australopithecus: Bir Maymun Türü

İlk kategori olan Australopithecus “güney maymunu” anlamına gelir. Bu canlıların ilk olarak Afrika’da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecuslar arasında bazı ayrımlar vardır. Evrimciler en eski Australopithecus türünün A. afarensis olduğunu varsayarlar. Bundan sonra ise, daha ince kemikli olan A. africanus ile, ondan daha büyük kemiklere sahip olan A. robustus gelir. A. boisei bazı araştırmacılara göre ayrı bir tür, bazılarına göre ise A. robustus’un alt türü olarak kabul edilmektedir.

Australopithecus türlerinin tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Tümünün beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.

Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecuslar’ın, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik olarak yürüdükleri tezidir.

Söz konusu “dik yürüme” iddiası, Richard Leakey, Donald Johanson gibi evrimci paleoantropologların onyıllardır savundukları görüştür. Ama pek çok bilim adamı, Australopithecus’un iskelet yapısı üzerinde sayısız araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini ortaya koymuştur.

Australopithecus – Şempanze Benzerliği

1. AUSTRALOPITHECUS
2. ŞEMPANZE

Australopithecus ve şempanze kafatasları arasındaki büyük benzerlik, insanın hayali atası olarak gösterilmeye çalışılan Australopithecus’un gerçekte bir maymun türü olduğunun göstergesidir.

3. AL 288-1 veya “Lucy”: Etiyopya, Hadar’da bulunan ve Australopithecus aferensis türüne ait olduğu düşünülen ilk fosildir. Evrimciler uzun süre Lucy’nin dik yürüdüğünü ispatlamak için büyük çaba harcadılar; ancak son araştırmalar bu canlının eğik yürüyen sıradan bir şempanze olduğunu kesin olarak ortaya koydu.

4. Australopithecus aferensis AL 333-105 fosili bu türün genç bir üyesine ait. Bu nedenle kafatasındaki çıkıntı henüz gelişmemiş.

İngiltere ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard’ın, Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını, günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir. İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların kemiklerini on beş yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, Australopithecuslar’ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır. Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecuslar’ın iskelet yapılarını günümüzdeki orangutanlarınınkine benzetmektedir.

Australopithecus’un insanın atası sayılamayacağı, evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştr. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy’i konu alan dergi, “Adieu Lucy” (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır:

Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor… St W573’ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor… Australopithecuslar ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor. 

Benzer bir itiraf, Lucy’i ilk keşfeden ve onu “ara form” statüsüne koymaya çalışan bilim adamlarından da gelmiştir. Evrimci paleoantropolog Donald Johanson ve T. D. White, Science dergisine şu açıklamada bulunmuşlardır:

Australopithecus fosilleri oldukça detaylı bir şekilde incelendi: yürüyüş biçimleri, kulaklarının yapısı, diş gelişimi örnekleri, uzun ve güçlü ön kollar, kısa arka bacaklar, ayaklarının biçimi, küçük beyinleri, maymuna oldukça benzeyen kafatasları, çeneleri ve yüzleri. Bunların tümü Australopithecus’ların maymun olduğunu ve insan ile hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını göstermektedir.

Kısacası Australopithecuslar, insanlarla hiçbir ilgisi olmayan, nesli tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildirler.

Üzerinde bolca spekülasyon yapılan Lucy fosilinin bir ara form olmadığının ortaya çıkmasından sonra Science&Vie dergisinde atılan başlık: “Elveda Lucy”

Homo Habilis: İnsan Yapılmak İstenen Maymun

Australopithecuslar’ın iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecuslar’dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki “Homo” yani “insan” teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecuslar’ın iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecuslar’dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus’a geçiş iddiası bilimsel açıdan imkansızdır. Böyle bir geçişi iddia eden evrimcilerin “bağlantı”lar, yani “ara form”lar getirmeleri gerekmektedir. İşte Homo habilis adı verilen ara form aldatmacası, bu zorunluluktan doğmuştur.

Homo habilis sınıflandırması 1960’lı yıllarda ailece “fosil avcısı” olan Leakey’ler tarafından ortaya atıldı. Leakey’lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın hayali atası olabilirdi.

Louis Leakey (resimde ortada) ve karısı Mary Leakey, çeşitli fosiller üzerinden spekülasyonlar yaparak insanın evrimi hikayesini yaygınlaştırmaya çalışmış iki ünlü evrimcidir.

Oysa daha sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, “alet kullanabilen insan” anlamına gelen Homo habilis yerine, “alet kullanabilen Güney Afrika maymunu” anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.’lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının en iyi göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüydü.

İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis’in gerçekten de Australopithecus’tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan OH 62 iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösterdi.

Amerikalı antropolog Holly Smith’in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis’in aslında “Homo” yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:

Diğer Bir Maymun: Homo Habilis

Evrimciler uzun bir süre Homo habilis olarak isimlendirdikleri canlıların dik yürüyebildiklerini savundular. Böylece maymundan insana hayali geçişi gösteren bir halka bulduklarını düşünüyorlardı. Ancak  Tim White’ın 1986 yılında bulduğu ve OH 62 ismini verdiği yeni Homo habilis fosili bu iddialarını çürüttü. Bu fosil parçaları Homo habilis’in günümüz maymunlarında olduğu gibi uzun kollara ve kısa bacaklara sahip  olduğunu gösteriyordu. Bu fosil, Homo habilis’in iki ayağı üzerinde dik yürüyebilen bir canlı olduğu iddiasının sonunu getirdi. Homo habilis bir maymun türünden başka birşey değildi.

Homo habilis türünün çene özelliklerini en iyi şekilde tanımlayan bir başka fosil ise, sağdaki “OH 7” fosili olmuştur. Bu çene fosilinin büyük kesici dişleri vardır. Azı dişleri küçüktür. Çene ise dörtgen şeklindedir. Bütün bu özellikleri ile bu çene günümüz maymunlarınınkine çok benzer. Bir başka deyişle, Homo habilis’in çenesi de bu canlının bir maymun olduğunu ortaya koymaktadır.

Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecines ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Dik yürüyen insanların kanalları ile, eğik yürüyen maymunların kanalları birbirlerinden somut bazı farklılıklarla ayrılıyorlardı. Spoor, Wood ve Zonneveld’in, inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınınkiyle aynıydı. Homo erectus’un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.

Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermekteydi:

1- Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte “Homo” yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildi.
2- Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardı. İnsanlarla ilgileri yoktu.

Homo Rudolfensis: Yanlış Yapıştırılan Yüz

Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya’daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.

Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve “KNM-ER 1470” olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey’e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan sözde “insansı” yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:

KNM-ER 1470’in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus’da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.

Michigan Üniversitesi’nden C. Loring Brace ise çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: “Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470’in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir.” 

KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu canlının Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi bir “Homo” yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.

KNM-ER 1470 kafatası fosilinden yola çıkarak çizilen Homo rudolfensis, tümüyle hayali bir varlıktır. KNM-ER 1470, diğer maymun türleri gibi Austrolapithecus grubuna dahildir.

Kısacası, Australopithecuslar ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.

Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve Collard, Homo habilis ve Homo rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali olduğunu, aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerin Australopithecus sınıflaması içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır:

Daha yakın zamanda, fosil türleri, mutlak beyin hacmi, dil yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve taştan aletler yapma becerileri konusundaki kurgular gibi temellere dayanılarak Homo kategorisine dahil edilmiştir. Bir kaç istisna haricinde, bu (Homo) cinsin insan evrimi içindeki tanımı ve kullanımı ve Homo’nun sınırının belirlenişi, sanki sorunsuz bir olgu gibi kabul edilmiştir. Ama… yeni bulgular, mevcut bulgulara getirilen yeni yorumlar ve paleoantropolojik kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar, sınıflamaları Homo cinsine dahil etmek için kullanılan kriterleri geçersiz hale getirmektedir… Pratikte, fosilleşmiş hominid türleri, Homo kategorisine, dört temel kriterden biri veya daha fazlasına göre dahil edilmektedir… Oysa şimdi açık hale gelmiştir ki, bu kriterlerin hiç biri tatminkar değildir. Kafatası hacmi problemlidir, çünkü mutlak beyin kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu varsayımı tartışmalıdır. Aynı şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel görünümünden güvenilir şekilde çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici kanıtlar vardır ve beynin konuşma ile ilgili bölgelerinin, daha önceki çalışmaların ima ettiğinin aksine lokalize olmadığına dair kanıtlar vardır…

Bir başka deyişle, H. habilis ve H. rudolfensis’e ait fosil bulgular eklendiğinde, bunlar Homo için iyi bir cins değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis, Homo cinsinden çıkarılmalıdır… Şu an için, hem H. habilis’in hem de H. rudolfensis’in Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.

Wood ve Collard’ın vardığı sonuç, anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte “ilkel insan ataları” yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus kategorisine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile, fosil kayıtlarında  aniden ortaya çıkan Homo yani insan türü arasında hiç bir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.

Homo Erectus: Gerçek İnsan

Homo erectus, “ayakta dik olarak durabilen” insan anlamına gelir. Bu türe dahil edilen fosillerin tümü, özgün insan ırklarına aittir. Homo erectus fosillerinin çoğunun ortak bir karakteristiği olmadığı için, kafataslarına dayanılarak bu insanların tanımlanması oldukça zordur. Bu sebeple değişik evrim araştırmacıları farklı sınıflandırmalar ve adlandırmalar yapmışlardır. Üstte solda 1975’te Afrika Koobi Fora’da bulunan ve Homo erectus’u genel olarak tanımlayabilecek bir kafatası görülüyor. Sağda ise söz konusu belirsizliklere sahip bir kafatası, Homo ergaster KNM-ER 3733.

Tüm bu farklı Homo erectus fosillerinin kafatası hacimleri 900 ile 1100 cc. arasında değişir. Bu değerler, günümüz insanının beyin hacminin sınırları içindedir.

Yukardaki (1) KNM-WT 15000 ya da bir başka adıyla Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş belki de en eski ve en eksiksiz insan kalıntısıdır. 1.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 12 yaşında bir bireye ait olduğunu ve bu kişinin boyunun yetişkinliğe ulaşınca 1.80 cm civarında olacağını göstermiştir. Neandertal ırkı insanına büyük benzerlik gösteren bu fosil, insanın evrimi hikayesini yalanlayan en çarpıcı delillerden biridir.

Evrimci Donald Johanson bu fosili şöyle tarif eder: “Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalılarınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu.” (Donald C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981)

Connecticut Üniversitesi’nden Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus’un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin’in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:

Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avusturalya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus’un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens’e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir. 

Homo erectus’un yapay bir sınıflama olduğu, Homo erectus kategorisine dahil edilen fosillerin gerçekte Homo sapiens’ten ayrı bir tür sayılacak kadar farklılık taşımadığı, pek çok evrimci tarafından da artık dile getirilmektedir. American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar ve bu konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:

Senckenberg konferansına katılanların çoğu, Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi’nden Alan Thorne ve meslektaşları tarafından başlatılan ve Homo erectus’un taksonomik statüsünü ele alan ateşli tartışmaya dahil oldular. Bunlar (Wolpoff ve Thorn) güçlü bir şekilde, Homo erectus’un bir tür olarak geçerliliğinin bulunmadığını, tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri, 2 milyon yıl öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş alanlara yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre. Bu tür içinde doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın konusu, Homo erectus’un var olmadığıydı.

Bu rekonstrüksiyonların tümü hayal ürünüdür. Evrimci sahtekarlığıdır

“Homo erectus yok” demek, “Homo erectus, Homo sapiens’ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırk” anlamına gelmektedir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile “insanın evrimi” senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis, Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır. Bu onların yaratılmış olduklarının çok açık bir göstergesidir.

Ancak bu gerçeği kabul etmek, evrimcilerin dogmatik felsefelerine ve ideolojilerine aykırıdır. Bu nedenle, özgün bir insan ırkı olan Homo erectus’u yarı-maymun bir canlı gibi göstermeye çalışırlar. Yaptıkları Homo erectus rekonstrüksiyonlarında, ısrarla maymunsu hatlar çizerler. Öte yandan da Australopithecus ya da Homo habilis gibi maymunları yine aynı yöntemle “insansı”laştırırlar. Görsel aldatmacalarla maymunları ve insanları birbirlerine “yaklaştırıp” bu iki apayrı canlı grubunun arasındaki uçurumu kendilerince küçültmeye çalışmaktadırlar. Ancak bilimsel deliller o kadar güçlüdür ki, böyle bir dönüşümün olmadığını artık tüm dünya kabul etmektedir.

Neandertaller: İri Yapılı Bir İnsan Irkı

Neandertaller bundan 100 bin yıl önce Avrupa’da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha güçlü ve kafatası ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.

Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Evrimciler bu insanları “ilkel bir tür” olarak göstermek için çok çabalamışlar, ama bütün bulgular Neandertal insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir “yapılı” insandan daha farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi’nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:

Neandertal kalıntıları ve günümüz insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller’in anatomisinde ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde günümüz insanlarından aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur

Bu nedenle günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak “Homo sapiens neandertalensis” demektedir. Bulgular, Neandertaller’in ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri yaptıklarını ve aynı dönemde yaşamış Homo sapiens sapienslerle beraber, gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını açıkça göstermektedir. Kısacası Neandertaller, sadece zamanla ortadan kaybolmuş “yapılı” bir insan ırkıdır.

Evrimciler, Neandertaller’e sahte çizimlerle kasıtlı olarak maymunsu bir görünüm verirler. Oysa evrimci spekülasyonların aksine, Neandarteller, tümüyle bir insan ırkıdır.

Neandertaller: İri Yapılı İnsanlar

1. İsrail’de bulunan Homo sapiens neanderthalensis, Amud 1 kafatası yeralıyor. Neandertal insanı genel olarak kısa boylu ve sağlam yapılı olarak bilinir. Ancak bu fosilin sahibinin 1.80 m. boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Beyin hacmi ise bugüne kadar rastlanılanların en büyüğüdür: 1740 cc. Bu nedenlerle bu fosil, Neandertallerin ilkel bir tür olduğu yönüandeki iddiaları çok kesin bir biçimde yıkan bir delil niteliğindedir.

2. Kebara 2 (Moşe) fosili bugüne kadar bulunmuş en kapsamlı Neandertal kalıntılarından biridir. 1.70 boyundaki bu bireyin iskelet yapısı günümüz insanından ayırt edilememektedir. Fosille beraber bulunan alet kalıntılarından, bu bireyin ait olduğu topluluğun aynı zamanda aynı bölgede yaşayan Homo sapiens topluluklarıyla aynı kültürü paylaştığı anlaşılmaktadır.

Sibiryalı Bir İnsan Irkı: Denisovanlar

2010 yılı Aralık ayında Nature dergisinde yayınlanan bir makalede yeni keşfedilen, “nesli yok olmuş bir (sözde) ‘insansı türün’ bulunduğu” duyuruldu. Fosil, Sibirya’nın Altay Dağlarındaki Denisova Mağarasında bulunmuştu; bu nedenle adına Denisovan İnsanı (veya Homo Altai) ismi verildi. Denisovanlar –elde hiçbir delil olmamasına rağmen– evrimci çevreler tarafından günümüz insanından sözde farklı bir insansı türü ve modern insanın sözde bir alt-türüymüş gibi tanıtıldı.

Evrimciler, nesli tükenen Denisovanların, Afrika’dan 400-500 bin yıl önce çıktıklarını öne sürdüler. İddiaya göre Neandertaller Avrupa’ya yayılırken, Denisovanlar Asya’ya doğru göç etmişlerdi.

İddianın kaynağı ise küçük bir kemik parçası idi! Eski bir mağarada bulunan 0.5 cm çapında bir kemik parçasının, sözde yeni bir insansı türün sağ el 5. parmak orta falanks ucuna ait olduğu iddia edildi. Fosillerin bulunduğu mağara aslında eski çağlarda birçok insan topluluğuna, hatta hayvanlara ev sahipliği yapmıştı. El aletleri ve süs eşyalarına da aynı katmanlarda rastlanmıştı. Bu kadar yoğun fosil kalıntılarının yer aldığı mağarada spekülasyon malzemesi olarak bu küçük kemik seçilmişti. Buna daha sonra iki adet azı dişi de eklendi. Azı dişlerinin çapı biraz geniş, kökleri dışa doğru meyilliydi. Bunu da kendilerince yorumlayan evrimciler, bulunan kalıntıların günümüz insanına ait olamayacağını, dolayısıyla bir sözde “insansıya” ait olması gerektiğini öne sürdüler.

Denisovan fosillerini inceleyen bilim adamları, iddialarını inandırıcı kılabilmek için bulunan fosil parçalarının gen haritasını çıkardıklarını iddia ettiler. Buna göre fosil kalıntılarından genetik dizilim elde etmenin yeni tekniklerini geliştirmişlerdi ve Denisovan fosilinin insan genomundan bazı farklılıklar içerdiğini ve günümüz Papua Yeni Gine insanının %4 oranında Denisovan geni taşıdığını iddia ettiler.

İddiaya göre 50 bin yıl önce Denisovanlar, insan atalarıyla sosyal bir yaşama sahip olmuş ve sonra Güneydoğu Asya’da bulunan Papua bölgesine göç etmiş olmalıydılar. Bu iddialar arasında en ilginç olanı ise Denisovan genlerinin günümüzde yaşayan başka hiçbir insan soyuna geçmediğiydi. Bu, fosil kaynaklı DNA incelemesi gerektiren son derece mantıksız bir iddiaydı.

Yaşayan insandan alınan DNA’da inceleme yapılması için bile gelişmiş teknikler gerektiği düşünüldüğünde, fosil kaynaklı DNA incelemesinin pek çok zorluğunun olacağı görülmektedir. Bu zorlukları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Evrimciler, 0.5 cm’lik kemik parçasından soldaki çizimi yaparak Denisovanları insanın bir alt türü olarak göstermeye çalışmışlardır. Oysa Denisovan, günümüzdekinden farksız bir insan türüdür.

1- Kontaminasyon (diğer organik atıkların karışması) sorunu:

İncelenmek istenen DNA’nın saflaştırılması sırasında kullanılan tekniğin güvenilirliği çok önemlidir ve hata yapılmaması gerekir. Fosil DNA incelemesinde aslında en büyük sorun, diğer organik atıklarla karışma ihtimalidir. Başta da söylediğimiz gibi, Denisovan fosillerinin bulunduğu alan çok farklı insan ve hayvana ev sahipliği yapmıştır. Dolayısıyla bu canlıların DNA’sı fosil DNA’sına karışmış haldedir. Bunlara mikroorganizmaların ve çeşitli böceklerin DNA’sı da eklendiğinde karışık bir DNA havuzuyla karşılaşılmış olur. Bu durumda fosil DNA çalışmasında hata yapılmaması olasılığı neredeyse yoktur. Nitekim, söz konusu makalede de Denisovan insanı fosiline ait kısmın ancak % 0,17 olduğu belirtilmektedir.

2- Fosil DNA’ların parçalanmış halde bulunması sorunu:

İnsan DNA’sı 3.4 milyar baz çiftinden oluşan muazzam bir kütüphanedir. Yaşayan insandan elde edilen DNA’nın dizilim ve kromozom konumunu belirlemek mümkündür. Ancak fosil DNA, aradan geçen on binlerce yılın etkisiyle parçalanmış haldedir. Pek çoğu en fazla 50-70 baz dizilimine sahiptir. Tüm DNA düşünüldüğünde 50-100 milyon parçadan bahsetmek gerekmektedir. Bu durumu 100 milyon parçadan oluşan bir bulmacaya benzetmek yanlış olmaz.

Evrimciler, bu sorunu aşmak için şablon olarak günümüze ait insan genomu ve şempanze genomu kullanıldığını ifade etmektedirler. Peki araya karışmış başka canlılara ait DNA’nın ayrımı nasıl yapılacaktır? Zaten insan genomundan farkların ortaya koyulmaya çalışıldığı bir araştırmada şablon olarak insan genomunun kullanılması elbette ki bilimsel bir metod olarak doğru değildir ve sonuçlarına güvenilemez.

3- Kimyasal ve enzimatik sorunlar

Fosil DNA’nın geçirdiği yıllar boyunca doğal ortamında yaşadığı kimyasal değişimler de baz zincirinde değişikliklere sebep olabilmektedir. Bunun yanında DNA’yı hazırlamak için kullanılan urasil glikosidaz ve endonükleaz gibi enzimler de dizilim yapısını bozmaktadır. Yine DNA’yı çoğaltmak için kullanılan PCR tekniği de hataya açıktır.

4- Genel hata payının %1.5 kabul edilmesi

Tüm bu sorunlar yanında makalede kabul edilen hata payının %1.5 olması da ayrı bir sorundur. Çünkü yine iddiaya göre Denisovan fosilleri ile günümüz insanı gen dizilimi arasında bulunmaya çalışılan fark da ancak bu kadardır. Bu durumda farkın gerçek mi hataya dayalı mı olduğu da yine şüpheli olacaktır. Özetle bütün bunlar bilimsellikten uzaklaşılan, bir ideolojiye göre bilimi yanlış yönlendiren gerçeklerdir.

Yapılan çalışmadan elde edilen veriler, Denisovan fosillerinin günümüz insanı ile aynı olduğunu göstermektedir.

Denisovan fosillerinin günümüz insanlarından hiçbir farkı yoktur. Yapılan DNA analizleri spekülatif ve yanlıdır. Yapılan spekülasyonlar, sol üstteki resimde görülen, sağ el 5. parmak orta falanks ucuna ait, yalnızca 0.5 cm’lik kemik parçasına dayanmaktadır. Evrimciler, işte bu kadar çaresiz durumdadırlar.

Homo Floresiensis: Günümüz İnsan Irkı

Endonezya’nın Flores adasındaki Ling Bua mağarasında 2003 yılında ele geçirilen Homo Floresiensis insanı, gerek bilim dünyasında gerekse medyada büyük yankı uyandırmış, hatta bu bulgu “antropolojide devrim” olarak tanımlanmıştı. Ele geçirilen kemiklerin sekiz bireye ait olduğu ve günümüzden yaklaşık 95 bin ila 12 bin yıl kadar öncesine ait olduğu tahmin edilmekteydi. Flores Adamı’nı böylesine ilginç kılan özelliği ise küçük beyin hacmi ve oldukça kısa boyuydu. Bilim adamları bu insanların, 1 metre kadar uzunlukta ve yaklaşık 400cc (bir greyfurt büyüklüğünde) beyne sahip olduğunu hesaplamışlardı.

H. Floresiensis bulguları evrimciler tarafından “insana benzeyen yeni bir canlı türü” olarak duyuruldu ve bu canlıların Güney Asya’da “öngörülmeyen (sözde) bir evrim sürecinin” sonucunda ortaya çıktığı iddia edildi.

Oysa Flores Adamı’yla ilgili ayrı tür iddiası, sadece evrim teorisini ayakta tutma ihtiyacı doğrultusunda başvurulan bir aldatmacadan ibaretti. Flores Adamı gerçekte bir insan ırkı olduğu, boy kısalığı ve küçük beyin hacminin ise mikrosefali isimli hastalıktan kaynaklandığı anlaşıldı. Buna göre bu insanların beyinleri genetik bozukluk sonucu gelişmemiş, küçük kalmıştı. Mikrosefali, izole popülasyonlarda ortaya çıkma oranı daha yüksek bir genetik rahatsızlık olduğu için de yaklaşık sekiz bireye ait Flores bulgularının tüm örneklerinde boyca kısalık gözlemlenmesi anlaşılabilir bir durumdu.

ABD’deki Chicago Alan Müzesi’nden primatolog Robert D. Martin başkanlığında bir ekip, araştırmalarının sonucunda şu açıklamayı yaptı:

Homo Floresiensis’in… bu çok küçük olan kafatası normal cüceleşme sonucu meydana gelmiş olamaz. Daha uygun mikrosefalik sendromların ve örneklerin ele alındığı çalışmamız, modern insanlarda görülen mikrosefali hipotezini desteklemektedir.

Martin ve ekibinin çalışması, Flores Adamı’nın aslında günümüz insanından ayrı bir tür olmadığını, mikrosefaliye maruz kalmış bir insan ırkı olduğunu ortaya koymaktadır.

2004 yılının Ekim ayında birçok yayın organı Flores bulgularını evrim teorisi lehinde kanıt havasında yayınlamış, bunların “antropoloji alanında yüzyılın bulgusu” veya “antropolojide devrim” anlamına geldiği gibi yorumlarda bulunmuşlardı. Oysa Flores bulgularıyla ilgili evrimci spekülasyonlar en baştan beri hiçbir bilimsel değerlendirmeye dayanmıyordu. Nitekim Robert D. Martin de bu durumu, “[Flores Adamı hakkında] Çok fazla medya tantanası ancak çok az eleştirel bilimsel değerlendirme oldu.” sözleriyle ifade etmişti.

Paleoantropolog Ian Tattersall ise belirsizliğe şöyle dikkat çekmişti:

Bu öylesine sıra dışı ve beklenmedik bir bulgu ki şu anda dahi kimse bununla ne yapacağını bilmiyor.

Endonezya’nın Flores adasında bulunan Homo Floresiens fosili bir insan ırkını temsil eder.

Sözde Atalarıyla Aynı Anda Yaşayan Türler!…

Şimdiye kadar incelediklerimiz bize açık bir tablo oluşturdu: “İnsanın evrimi” senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması için, maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, son genom çalışmalarının ortaya koyduğu moleküler ve genetik gerçekler, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. (1994 yılında iç kulaktaki denge kanalları üzerinde yapılan incelemelerin de Australopithecus ve Homo habilis’i maymun sınıfına, Homo erectus’u ise insan sınıfına ayırdığına değinmiştik.)

Bu farklı türler arasında bir soy ağacı olamayacağını gösteren çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin aynı anda ve bir arada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi Australopithecuslar zamanla Homo habilis’e, onlar da zamanla Homo erectus’a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama yoktur.

Olduvai Gorge bölgesindeki katmanlarda, evrimcilerin birbirinin sözde atası kabul ettikleri H. habilis, H. erectus ve Australopitecus fosilleri yanyana bulunmuştur; birbirlerinin atası olmaları imkansızdır.

Elbette böyle bir “soyağacı” olamaz. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklamıştır:

Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soyağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.

Homo Sapiens’in Gizli Tarihi

Tüm bu incelediklerimizin yanında, hayali evrim soy ağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı gerçek ise, Homo sapiens’in, yani günümüz insanının tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiens insanlarının yaşadığını göstermektedir.

Bu konudaki ilk bulgular, ünlü evrimci paleoantropolog Louis Leakey’e aitti. Leakey, 1932 yılında Kenya’daki Victoria gölü yakınlarındaki Kanjera bölgesinde anatomik olarak günümüz insanından farkı olmayan, Orta Pleistosen devrine ait birkaç tane fosil buldu. Ancak Orta Pleistosen devri, bundan bir milyon yıl öncesi demekti.112 Bu bulgular evrim soy ağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci paleoantropologlar tarafından reddedildi. Ama Leakey, hesaplarının doğru olduğunu her zaman için savundu.

Bu tartışma unutulmaya başlamıştı ki, 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosil, Homo sapiens’in tarihinin sanıldığından çok daha eski olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Söz konusu fosil, Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropolog tarafından İspanya’daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bulundu. Fosil, günümüz insanıyla tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzüydü. Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, konuya geniş yer verdi.

Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras’ın bile insanın evrimi hikayesine olan inancını sarsmıştı. Ferreras, şöyle diyordu:

Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk… Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü… Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat, en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz birşeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina’da kasetçalar bulmak gibi birşey. Böyle birşey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık “modern” bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık.113

Bu fosil Homo sapiens’in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu fosilin başka bir türe ait olduğunu öne sürmeye karar verdiler. Çünkü evrim soy ağacına göre 800 bin yıl önce Homo sapiens’in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden “Homo antecessor” adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler.

1. Evrimci Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, 800 bin yıllık insan yüzünü kapaktan vererek, “Geçmişimizin yüzü bu mu?” başlığını atmıştı. Bu fosil, Homo habilis’in sanılandan çok daha eski tarihli olduğunu ortaya koymuştu.

2. İspanya’daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasından görünüm 

Evrimin İki Ayaklılık Çıkmazı

Şimdiye kadar ele aldığımız tüm fosil kayıtlarının yanı sıra, insanlarla maymunlar arasındaki aşılamaz anatomik uçurumlar da insanın evrimi masalını geçersiz kılar. Bu uçurumların biri, yürüyüş şeklidir.

İnsan iki ayağı üzerinde dik yürür. Bu, başka hiçbir canlıda rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. Diğer bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler. Ayı ve maymun gibi hayvanlar ender olarak (örneğin bir yiyeceğe ulaşmak istediklerinde) iki ayakları üzerinde kısa süreli hareket edebilirler. Normalde öne eğik bir iskelete sahiptirler ve dört ayakla yürürler.

Peki acaba iki ayaklılığın, evrimcilerin iddia ettiği gibi maymunların dört ayaklı yürüyüşünden evrimleşmesi mümkün müdür?

Hayır… Araştırmalar göstermiştir ki, iki ayaklılığın evrimi hiçbir zaman gerçekleşmemiştir, gerçekleşmesi de mümkün değildir. Öncelikle iki ayaklılık evrimsel bir avantaj değildir. Zira, maymunların hareket şekli insanın iki ayaklı yürüyüşünden daha kolay, hızlı ve verimlidir. İnsan ne bir şempanze gibi ağaçlar arasında daldan dala atlayarak ilerleyebilir ne de bir çita gibi saatte 125 km. hızla koşabilir. Aksine insan, iki ayağı üzerinde yürüdüğü için, yerde çok daha yavaş bir biçimde hareket edebilir ve bu nedenle doğadaki canlıların en savunmasızlarından biridir. Dolayısıyla, evrim teorisinin kendi mantığına göre, maymunların iki ayaklı yürümeye yönelmelerinin hiçbir anlamı yoktur.

İnsanla maymun arasındaki uçurum, sadece iki ayaklılıkla sınırlı değildir. Beyin kapasitesi, konuşma yeteneği gibi diğer pek çok özellik de evrimciler tarafından asla açıklanamamaktadır. Evrimci paleoantropolog Elaine Morgan şu itirafta bulunur:

İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır:

1) Neden iki ayak üzerinde yürürler? 2) Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler? 3) Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler? 4) Neden konuşmayı öğrendiler?

Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir: 1) Henüz bilmiyoruz. 2) Henüz bilmiyoruz. 3) Henüz bilmiyoruz. 4) Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir.

Dört ayaklı yürümeye uygun eğik maymun iskeletinin, iki ayaklı yürümeye uygun dik insan iskeletine evrimleşmesinin imkansız olduğu bilimsel olarak kesin bir gerçektir.

Evrim: Bilim Dışı Bir İnanç

Lord Solly Zuckerman, İngiltere’nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından biridir. On yıllar boyunca fosiller üzerinde çalışmış, araştırmalar yürütmüş, hatta bilime yaptığı “katkılar” nedeniyle “Lord” ünvanına layık görülmüştür. Zuckerman bir evrimcidir. Fakat, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.

https://www.evrimyoktur.com/2020/04/24/hayat-agaci-darwinist-bir-yalandir-ve-bilim-disidir/

Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası” yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise, Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:

Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, teorisine inanan bir kimse için her şeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki, teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. 

Evrimci Lord Solly Zuckerman, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.

İnsanın kökeni konusundaki ünlü yayınlardan biri olan Discovering Archeology dergisinde ise, derginin editörü Robert Locke tarafından yazılan makalede “insanın atalarını aramak, ışıktan çok ısı veriyor” denmekte ve ünlü evrimci paleoantropolog Tim White’ın şu itirafı aktarılmaktadır: “Bugüne dek cevaplayamadığımız sorulardan dolayı hepimiz hüsrana uğramış durumdayız.”

Yazıda, evrim teorisinin insanın kökeni konusunda içinde bulunduğu açmaz ve bu konuda yürütülen propagandanın temelsizliği şöyle anlatılmaktadır:

Belki de bilimin hiçbir alanı insanın kökenini bulma çabalarından daha fazla tartışmalı değildir. Seçkin paleontologlar insan soyağacının en temel hatları üzerinde bile anlaşmazlık içindeler. Yeni dallar büyük patırtı ile oluşturulur, ancak yeni fosil bulguları karşısında geçerliliğini kaybedip yok olurlar. 

Aynı gerçek, Nature dergisinin editörü Henry Gee tarafından da kabul edilmiştir. Gee, In Search of Deep Time (Derin Zamanın Arayışında) adlı kitabında “insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu” söyler. Gee’nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:

Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir… Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değildir; ama çocuk masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır -eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir-, ama bilimsel değildir. 

Peki evrimi savunan bunca bilim adamının bu dogmada bu denli ısrarlı olmalarının nedeni nedir? Neden, aynı anda birçok çelişkili yargıyı kabul ederek, kendi elleriyle buldukları delilleri hiçe sayarak bu teoriyi yaşatmaya çalışmaktadırlar?

Bunun tek cevabı, bu kişilerin evrimi terk ettiklerinde karşılaşacakları gerçekten ideolojileri gereği korkuyor olmalarıdır. Evrimi terk ettiklerinde karşılaşacakları gerçek, insanı Allah’ın yarattığıdır. Bu ise, sahip oldukları önyargılar ve inandıkları materyalist felsefe açısından kabul edilemez bir düşüncedir.

Bu nedenle hem kendilerini aldatmakta, hem de kendileriyle işbirliği içindeki medyayı kullanarak dünyayı aldatmaktadırlar. Bulamadıkları fosilleri hayali resimler ya da maketler yoluyla “üretmekte” ve insanlara gerçekten evrimi destekleyen fosillerin var olduğu izlenimini vermeye çalışmaktadırlar. Materyalist felsefeye kendileri gibi inanmış olan çeşitli medya kuruluşları ise, bu hayali resim ya da maketleri kullanarak, kitleleri aldatmaya, evrim masalını insanların bilinçaltına kazımaya çabalamaktadırlar.

Ancak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, gerçek apaçık ortadadır: İnsan, bilinçsiz bir evrim süreciyle değil, Allah’ın yaratmasıyla bu dünya üzerinde var olmuştur ve dolayısıyla Allah’a karşı sorumlu bir varlıktır.

Ara Geçiş Fosili Yoktur

Evrimciler, mutasyonların canlıları değişime uğrattığını ve başka türlere dönüştürdüğünü iddia ederler. Oysa bu iddianın bir aldatmaca olduğunu kendileri de bilmektedir. Mutasyonların net etkisi zararlı ve öldürücüdür. Mutasyonlar canlının genetik bilgisini bozar, mükemmel vücut sistemini tahribata uğratır, sakatlıklar ve anatomik anormallikler oluşturur. Eğer evrimcilerin iddia ettiği şekilde mutasyonlarla evrimleşme olsaydı, resimdeki gibi iki başlı, dört kollu, kolları bacaklarından çıkmış patolojik canlıların var olması gerekirdi. Ancak evrimcilerin beklentilerinin aksine canlılık, müthiş bir düzen, ahenk ve estetik ile yaratılmıştır.

“Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu, benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.” (Charles Darwin, The Origin of Species, s.172-280)

Eğer Darwinistlerin mutasyonlarla değişim ve gelişim iddiası doğru olsaydı, fosil kayıtlarında üç beyinli, çift omurlu, çok gözlü, iki burunlu, 6-7 parmaklı, kısacası son derece garip görünümlü canlıların izlerine rastlanması gerekirdi. Ancak 160 yıldır yapılan araştırmalar neticesinde böyle garip bir varlığın fosiline hiç rastlanmamıştır. Evrim teorisi, canlıların mutasyonların etkisiyle başka canlılara dönüştüğünü iddia eder. Oysa bu iddianın büyük bir aldatmaca olduğunu modern bilim tüm açıklığıyla ortaya koymuştur.

Her şeyden önce eğer canlılar başka canlılara dönüşseydi, bu hayali dönüşme evresinde çok sayıda ara canlı var olmalı, yeryüzünün dört bir yanı sözde dönüşüm aşamasındaki canlıların fosilleriyle (ara fosillerle) dolu olmalıdır. Oysa bugüne kadar çıkarılmış olan 700 milyondan fazla fosillin tamamı bugün de bildiğimiz tam ve eksiksiz canlılara aittir. Evrim olsaydı, yeryüzü milyarlarca ara canlıya ait fosil ile dolu olmalıydı. Üstelik sayısı milyonları bulan bu canlıların mutasyonların etkileri nedeniyle son derece anormal varlıklar olmaları gerekirdi. Ancak böyle bir fosile rastlanmamıştır.

Evrimcilerin iddiasına göre tüm organlar tesadüfen meydana gelmiş mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Canlının gelişim aşamasında anormal yapıya sahip bir organın defalarca mutasyona maruz kaldığını, sürekli değişim geçirdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddiaya göre yeraltında her aşaması ayrı anormalliklere sahip bu yapılardan milyonlarcasının bulunması gerekirdi. 2-3 başlı insanlar veya böcekler gibi yüzlerce göze sahip, farklı uzunluklarda bir çok kolu olan ve bu tarzda pek çok anormalliğe sahip pek çok insan fosili bulunmalıydı. Aynı şekilde her canlı ve bitki için de anormal örnekler olması gerekirdi. Bütün deniz hayvanlarının da hayali ara fosillerinin son derece anormal varlıklar olması gerekirdi. Ancak tek bir tane bile ara fosil yoktur. Fosilleri bulunan milyonlarca örneğin hepsi, tüm uzuvları yerli yerinde olan normal canlılara aittir.

Bu gerçek, evrim teorisinin çöküşünün açık bir ifadesidir. Bulunan 700 milyondan fazla fosilin tamamının evrimi yalanlamasına rağmen hala “bir gün bulunur” umuduyla bu teoriyi savunmak, akıl sahibi bir insanın yapacağı şey değildir. Aradan 160 sene geçmiş, dünyada kazılmadık fosil yatağı kalmamış, milyarlarca dolar harcanmıştır ama Darwin’in öngördüğü hayali ara canlılara ait fosiller bulunmamıştır. Darwinistlerin delil olarak kullanabileceği tek bir ara fosil yoktur. Buna karşın “Yaratılış Gerçeği”ni gösteren 700 milyondan fazla fosil bulunmaktadır. İşte bu, evrim teorisine açık ve bilimsel meydan okumadır.

Dipnotlar

David Pilbeam, “Humans Lose an Early Ancestor”, Science, Nisan 1982, s. 6-7

Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94

Charles E. Oxnard, “The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt”, Nature, Cilt 258, s. 389

Isabelle Bourdial, “Adieu Lucy”, Science et Vie, Mays 1999, no. 980, s. 52-62

D. Johanson – T. D. White, Science, 203:321, 1979, 207:1104, 1980 – Nicholas Comninellis, Creative Defense: Evidence Against Evolution, Master Books, 2001, s. 187-188

Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, Cilt 94, 1994, s. 307-325

Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, “Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion”, Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648

Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41

C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2.b. New York: Rinehart and Wilson, 1979

Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s. 54

Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol 284, No 5411, 2 Nisan 1999, s. 65-71

Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83

Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984

Rensberger, a.g.m.

Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62

Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s. 136

Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, November- December 2000, s. 491

Erik Trinkaus, “Hard Times Among the Neanderthals”, Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, “The Neanderthal Brain: What Was Primitive”, American Journal of Physical Anthropology Supplement, Cilt 12, 1991, s. 94

Robert D. Martin et al., Comment on “The Brain of LB1, Homo floresiensis”, Science, Vol. 312. no. 5776, 19 Mayıs 2006, s. 999

“Race of tiny people didn’t exist, scientists say”, Science, 18 Mayıs 2006, http://www.world-science.net/othernews/060518_floresfrm.htm

Guy Gugliotta, “Scientists Debate the Normalcy of Ancient ‘Hobbits'”, The Washington Post, 19 Mayıs 2006, s A12, http://www.washingtonpost.com/ wp-dyn/content/article/2006/05/18/AR20060 51801301.html?sub=AR

Alan Walker, Science, cilt 207, 1980, s. 1103

A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, Cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272

S. J. Gould, Natural History, Cilt 85, 1976, s. 30

Time, Kasım 1996

L. S. B. Leakey, The Origin of Homo Sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L. S. B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974

“Is This The Face of Our Past”, Discover, Aralık 1997, s. 97-100

Ruth Henke, “Aufrecht aus den Baumen”, Focus, Cilt 39, 1996, s. 178

Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5

Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19

Robert Locke, “Family Fights” Discovering Archaeology, Temmuz-Ağustos 1999, s. 36-39

Locke, a.g.m., s. 36

Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117